Kıbrıs’a Gittim Geleceğim

Kıbrıs buradan Hatay’ı işaret ediyor ve Türkiye’ye elini uzatıyor...

Yeni destinasyonum için bir süredir çok kararsızdım. Ancak, daha sonra, önceden kısa ziyaretlerle yeterince gezme fırsatı bulamadığım, Amerika’nın kumarhaneleri ve hızlı gece hayatıyla ünlü şehri Las Vegas'ın Türkiye şubesi olan yavru vatanımız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde geçirmeye karar verdim.

Gezime başlarken aklımdaki ilk tasvir, Kıbrıs’ın bir yaz tatili destinasyonu olarak anılması oldu. Dolayısıyla, Kıbrıs’ın deniz, kum ve güneşle anılmasında önemli bir payı olan Karpaz Yarımada’sından başlayarak Kıbrıs havasını içime çekmek üzere yola koyuldum. Burası bir yarımada. Kıbrıs buradan Hatay’ı işaret ediyor ve Türkiye’ye elini uzatıyor. Altın sarısı kumları ayakkabılarınızın içine dolsa da rahatsız olmak mümkün değil! Kıbrıs’ta toprak sanki altın sarısı saçlarını savuran bir kızı gibi... Mavi gözlerinin yaşları kıyıya vuruyor. Yıllara meydan okuyan pek çok eser var ve onlar da yılların yorgunluğunu üzerlerinde taşıyor adeta. Tarihi dokusunu yitirmemiş, o nostaljiyle sizi duygusallığa sürükleyen Karpaz Yarımadası, artık ne zaman deniz kokusu duysam bana buraları hatırlatacak sanırım.

Kuzeyi güneyine yeşil bakan Lefkoşa

Lefkoşa’nın kendine pek çok ayırt edici özelliği var. Bunlardan belki de en önemlisi, Lefkoşa’nın dünya üzerinde ikiye bölünmüş olan tek başkent olması. Bilmeyenler varsa kuzeyi ile güneyi arasındaki bölgede Birleşmiş Milletler Barış Gücü yer alıyor. Birleşmiş Milletler’in, savaşlarda ağır yıkıma uğramış bölgelere barışın kalıcı olarak yerleşmesini sağlamak amacıyla kurduğu bu yapılanma, Yeşil Hat olarak anılıyor.

 

Genellikle Venedik izlerine sık sık rastlanan Lefkoşa’da Taş Eserler Müzesi de Venedik mimari dokusuna sahip. Orta Çağ’dan günümüze kalan pek çok belgeyi inceleme fırsatı bulabileceğiniz bu müzenin muhteşem, taş işlemeli penceresinin İngilizler tarafından yıktırılan Lüzinyan Saray’ından geldiği biliniyor.

Lefke’de bir antik kent: Soli

Ertesi gün, Lefke kıyılarındaki Gemikonağı yakınlarına doğru ilerliyorum. Önceki geceyi, daha önce Ege ve Akdeniz’de pek çok antik kent gezmiş ve oldukça fazla etkilenmiş biri olarak Soli Antik Kenti hakkında bilgiler okuyarak geçirdim. Sanata her ne kadar yeteri kadar vakit ayıramadığımı düşünsem de teknolojinin “t”sinin geçmediği bir dönemde sanatın ayakta alkışlandığı dev salonlar beni hep çok etkilemiştir. Düşünün ki bir uygarlık hakkında eski kalıntılara ulaşırken o döneme ait tiyatro ve opera binalarının kalıntıları bulunuyor ve diğer yapılara göre en sağlam şekilde günümüze kadar gelmesi sağlanıyor. Tüm bu sanat aşkını yüreğimde taşıyarak Soli’ye varıyorum.

Kent, Kıbrıs’ta yaşamış on krallıktan biri olan Soli’ye ait. Soli, Roma döneminde altın çağını yaşamış ve denize doğru yerleşim bölgesini genişletmiş. Kilise, tapınak, çeşme gibi pek çok yapıyı içinde bulunduran antik kent, muhteşem mozaikleriyle de göz kamaştırıyor. Özellikle ördekli mozaiklere hayran olmamak elde değil.

İlyada ve Odysseia’daki halkların şehri Girne

Girne’ye doğru hareket ederken, gideceğim şehir hakkındaki bilgiler arasında okuduğum “Akalar tarafından kurulan…” kısmına takıldım. Akalar’ı daha önce bir yerden duyduğuma eminim ama bir türlü çıkartamıyordum. Fakat sonra “Evreka” diye bağırmamak için kendimi zor tuttum: İlyada ve Odysseia…

Dünyadaki gelmiş geçmiş en önemli tarihçilerden Homeros’un Troya Savaşı’nı anlattığı, olağanüstü eseri İlyada ve Truva’nın düşüşünden sonraki dönemin konu alındığı bir başka çarpıcı eser Odysseia’da geçen halk, Akalar. Yunan tarihçi ve filozof Strabon’un yazdığına göre Girne’yi bu halkın kralı Cepheus kuruyor. Ancak, daha sonra Pers hakimiyetine giren bu bölge, ancak şimdiki gibi yerleşik düzenine başlayabiliyor.

Girne’nin bir diğer muhteşem yanı, Roma sütunlarıyla devleşen Bellapais Manastırı. Beşparmak Dağları’nın eteklerinde yer alan bu görkemli yapı, zamanında Kudüs’ten göçmüş Augustinian mezhebi rahiplerinin ikametgahı. Daha sonra Ortodoks kilisesine devredilen bu manastırda, Antalya’nın Kaleiçi girişindeki Üç Kapılar’a benzer kapılar bulunuyor. İçindeki gotik kemerlerle Üç Kapılar’dan farklılaşan Bellapais Manastırı, gez gez bitmiyor. Daha sonra manastırdan ayrılıp, o bölgeden uzaklaştıkça Girne’nin neredeyse her yerinden bu manastırın görülebildiğini fark ediyorum.

Girne’ye gelip, zamanında Sophia Loren’in de konakladığı Mavi Köşk’ü görmemek olmaz. Aslen İtalyan asıllı Kıbrıs Rumlar’ından bir avukata ait olan bu köşkün, zamanında eğlencelerin düzenlendiği bir özel mülk olduğu söyleniyor. L şeklindeki bu yapıya girdiğinizde gözünüze ilişen bar, mavi taşlarla süslü bir banyo, yumuşacık deriden çalışma grubu gibi detaylar insanı hemen etkiliyor.

Ayrıca, yemek salonunun renk renk sandalyeleri ve bu sandalyelerin misafir odalarıyla uyumu, yemek odasından açılan bir kapıyla mahzenle bağlantılı bir çeşmeyle karşılaşmanız da bu köşk hakkında anlatılan birçok söylentiye ışık tutuyor.

Girne Kalesi

Ardından sıra methini çok duyarak geldiğim Girne Kalesi’ne geldi. Zamanında Bizanslılar yapmış olsa da sonrasında  Lüzinyanlar ve Venedikliler tarafından korunmuş ve bakılmış. Kalenin içindeki batık gemi müzesiyse gerçekten son derece ilginç.

Kaleyi ve müzeyi gezerken insan çok etkileniyor. Daha önce acaba kimler buralarda dolaştı, acaba kimlerin ayak izlerine basıyoruz diye düşünüyor insan. Bu yaşanmışlık durumu çok ilginç bir duygu. Tarih böyle bir şey işte. Hüzün, gurur ve en sonunda yüzünüze yerleşen ince bir gülümseme geriye kalıyor. İşte Bizans’ın diktiği, Venedik ve Lüzinyalılar’ın onardığı, şimdi biz Türkler’in gezme fırsatı bulduğu bir kaledeyiz. Savaşların, kavgaların aslında ne kadar boş, saçma ve barbarca olduğunu bir kez daha anlıyor insan…


Gazimağusa’nın tarihi derinliği

Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden Namık Kemal’in, Vatan Yahut Silistre’sini bilmeyen yoktur. Adeta bir başyapıt olan bu eseri neden andığımı soracak olursanız, bu bağımsızlık mücadelesiyle örülü oyunu izleyen bazı izleyiciler tarafından başlatılan karalama kampanyası, Namık Kemal’i, Gazimağusa’da ziyaret etme imkanı bulduğumuz Namık Kemal Zindanı’na düşürmüş. Tam 38 ay hastalıklarla mücadele ettiği bu zindanda, belki de hayata tutunmasına, burada ortaya çıkardığı eserler yardımcı oldu. Şu anda Namık Kemal’e ait eşyaları gördüğümüz bir müze binası olan bu yapıda dolaşırken, Gazimağusa’nın tarihte tanık olduğunu acıları düşünerek git gide duygusallaştığımı hissediyorum.

Gazimağusa’da sanattan kopmadan bir başka yapıyı ziyarete gidiyoruz. Othello Kulesi’ni karşıdan gördüğümde bu kulenin aynı zamanda kale olarak da anıldığını hatırlıyorum. Öğreniyorum ki Kıbrıs’taki pek çok yapının mimarı olanı Luzinyalılar, sanat çalışmalarına ara vermelerine de neden olan düşmanların işgaline karşı bu yapıyı hayata geçirmişler.

Daha sonra, Venedikliler’in topçu tabyası olarak kullandığı, kaledeki savunma sisteminin, dünyaca ünlü ve efsanevi ressam Leonardo da Vinci’nin tavsiyeleriyle hayata geçirildiği söyleniyor. Yani düşünün ki o meşhur, kitaplara, filmlere konu olan, tasarımları ve resimleri hala gizemini koruyan dahi ressam, bizim dolaştığımız, dokunduğumuz bu yapıda Venedikliler ile muhabbet ediyordu. İnanılır gibi değil!

 

Kıbrıs’ta Casino’ya gitmemek olmaz

Ve tabi ki Kıbrıs’a gelip Casino’ya uğramamak olmaz. Zaten hemen her otelin kendi Casino’su var ama dilerseniz kalmadığınız bir otelin Casino’suna da girebiliyorsunuz. Casino ortamı bana her zaman çok eğlenceli gelmiştir, Kıbrıs’taki Casino’larda da durum farklı değildi.

Bu konuda çok tecrübeli olmasam da işte size bir kaç casino ipucu. Her şeyden önce casino’dan zengin olarak çıkma ihtimalinizin biraz düşük olduğunu kabul ederek içeri adımınızı atmanızda fayda var. Casino’dan zengin olma ihtimaliniz piyangodan zengin olmak kadar filandır diye tahmin ediyorum. Ama bu Casino’nun çok keyifli olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Benim en önemli tavsiyem ne kadar parayla oynayacağınızı baştan belirlemek. Yani şu kadar para kaybedersem duracağım diye baştan kendinizi hazırlayın, böylece casino’dan çok daha keyif alabilirsiniz. 

Dünya'yı Gezen Türk