Mozaik kent Antakya

Türkiye’nin en hoşgörülü ve en güzel mutfağa sahip şehrini hala görmedi...

Hayatımın en ağır gribini geçirdiğim günlerde aslında bir tas çorba yapan, ıhlamur kaynatan bir arkadaş işimi fazlaca kolaylaştırabilirdi. Ama ne oldu, benim gibi deli olan arkadaşlarımdan Duygu elinde çorba yerine 2 adet uçak biletiyle kapımı çaldı.

Kapıyı sürünerek açtım, bizimki fıldır fıldır gözlerle beni süzdü ve “Hadi kalk toparlan kızım, Antakya’ya gidiyoruz” dedi. Ufak bir şoktan sonra kendime gelerek “Ne Antakya’sı yahu, oturalım oturduğumuz yerde” diyebildim. Kışın ortasında rezil bir halde bavul toplamak falan hiç bana göre değil ama anlat anlatabilirsen. Yarından tezi yok bu yolculuk yapılacak diye emir geldi bir kere. Artık geri dönüş yok. Bari bir çorba yapsaydın bre Duygu diye bağırdım ama Duygu’nun yerinde yeller esiyordu. Hani arkadaşlar iyiydi, sorarım size...

Akşam evde bulduğum tüm vitaminleri ağzıma tıkarken bir yandan da her gezi öncesi yaptığım rutin araştırmayı yapmaya çalışıyordum. “Antakya gezilecek yerler” ara butonu. Offf bir de üstüne bavul toplama keyfi. Gerçekten iki ayağımı bir pabuca soktun Duygu, alacağın olsun!

Ertesi sabah havaalanında buluştuğumuzda Duygu bir güneş gibi parlıyordu. Ben de kocaman güneş gözlüklerimin arkasında kırmızı ve hastalıklı gözlerimi saklamaya çalışıyordum. Hasta halimle umarım bin saat rötara maruz kalmam diye içimden geçiriyordum ki uçağımızın kalkacağına dair anons duyuldu. Süper, tam saatinde havalandık! Rötarsız başlayan yolculuklar hep en güzel geçenler benim için. Bu yolculuk da rötarsız başlayınca hastalığımı falan unuttum gitti. Hem zaten hastalığın üstüne ne kadar düşersen o kadar büyümez mi?

Hatay mı, Antakya mı?

Havaalanı çıkışında bavullarımızı taksinin birine attık ve Duygu, medeniyetlerin beşiği olan Antakya’ya yakışır bir tanrıça edasıyla taksiciye otelimizin ismini verdi. Biz kendi aramızda sohbete başlar başlamaz, taksici abimiz de lafa karıştı birden ve bize ilk turistik bilgileri vermeye başladı. Bize Antakya ve Hatay arasındaki farkı, Antakya’nın aslında merkez ilçenin adını olduğunu ama yaygın bir şekilde kullanıldığından bahsederek söze girdi.

O bize anlattıkça biz de Hatay’la ilgili tüyoları almayı ihmal etmedik tabi. Güzel sohbet otele gelmemizle son buldu.

Asi ve mavi

Antakya’ya  gelmeden şehir ile ilgili araştırma yapan sadece ben değilmişim neyse ki. Duygu da detaylı bir liste çıkarmış, lezzet duraklarını bile belirlemiş. Bavullarımızdan kurtulup tazelendikten sonra attık kendimizi sokağa. O ne güzel sokaklar öyle, gerçekten dilim tutuldu. Her yerinden tarih ve kültür fışkırıyor. İlk istikamet, Asi Nehri. “İçinden nehir geçen şehirler ne güzel oluyor” dedi Duygu birden. Katılmamak elde değildi. Asi Nehri’ni arkamıza alarak selfie’mizi… ay pardon özçekimimizi yaptık ve doğruca Uzun Çarşı’nın yolunu tuttuk.

Gez, göz, arpacık

Benden size tavsiye, eğer alışveriş yapacaksanız kesinlikle Uzun Çarşı’dan yapın. Baharatçılar, künefeciler, bıçakçılar, kasaplar, kısacası yöreye ait tüm ürünleri bulmak mümkün. Bizim ilk girdiğimiz dükkan tabi ki bir künefeciydi. Hem de Antakya’nın en meşhur künefecisi Yusuf Usta. O günden beri künefeler  Y.Ö. (Yusuf’tan önce) ve Y.S. (Yusuf’tan sonra) diye ikiye ayrılıyor benim için. Yolunuz Hatay’a düştüğünde deneyince siz de hak vereceksiniz bana.

Uzun Çarşı’dan sonra St. Pierre Kilisesi’ne doğru rotamızı çevirdik. Şehirde her dine mensup insan görmek yerel halkın alıştığı bir şey. Biz de bu dokuya hemen adapte olduk. Örneğin, gittiğimiz St. Pierre Kilise’si Hristiyanlar için önemli yerlerden biri. Dünya’nın ilk kiliselerinden biri olmasının yanında bulunduğu yerin manzarası da şahane. Gördüğümüz her yapıyı hayranlıkla fotoğrafladığımız gibi kiliseyi de ölümsüzleştirdikten sonra yolumuza devam ettik.

En güzel yeri en sona bıraktık ki tadı damağımızda kalsın. Şehrin insan mozaiği bir yana, müzedeki mozaiklerin güzelliği diğer yana. Yaklaşık 1700 sene önce yapılan eserlerin bu derece etkileyici olabileceğini düşünmemiştik açıkçası. Eserlerdeki işçilik, yapanların zevk anlayışına inanamadık. Ağzımız açık kalarak inceledik her eseri.

Titus Kaya Tüneli ve Titus Mezarlıkları

MÖ 300 yıllarından kalma Titus tüneli Hatay’ın Samandağı ilçesinin kuzeyinde Musa dağının güneyinde bulunuyor. Yapımının 100 yılı aşkın bir süre aldığı tünel dağdan gelen derelerin ağzına ve bir iç liman olarak yapılmış.  limanın dağdan gelebilecek sel sularıyla dolmasını engellemek için yapılan Titus tüneli, 130 metre uzunluğunda olup, açık alanıyla birlikte toplam 1380 metre uzunluğunda. Tünelin deniz tarafına bakan kısmında ise kaya mezarları bulunuyor ve mezarlar arasında en yüksek ve görkemli olana da Beşikli Mezar adı verilmiş..

Yemeğe doymak

O kadar gez, toz, alışveriş yap artık yemek yemeyi hak etmiştik sanırım. Hatay mutfağında da şehrin çok kültürlü yapısını gözlemledik. Türk mutfağı, Arap mutfağı hatta Yörük mutfağını bile içinde barındırıyor menüler. O kadar yürümenin üstüne restorana oturunca gözümüz döndü,  “donatın bizim masayı” deyiverdik. Aman tutmayın bizi…

İçli köfte, kağıt kebabı, tepsi kebabı, humus, zahter, keşkek... Üstüne tatlı yememişsinizdir diyeceksiniz ama yanıldınız. Künefenin yanına bir de ceviz ezmesi. Otele dönerken taksiye gerek duymadık zaten, bu kadar yemeğin üstüne yuvarlanarak yolumuzu bulduk. Buralara kadar gelip nerede bu güzellikleri yediğimizi de belirteyim, Sveyka restaurant. Yörenin kendine has mutfağını deneyebileceğiniz başka lezzet durakları da var tabi. Oralara kadar gitmişken “ay kilo alırım” demeden her yemekten en az bir porsiyon götürün derim. Bir daha böylesini kolay kolay bulamazsınız...

Antakya’ya gelmeden önce ben hastaydım değil mi? Hastalığın “h”si kalmadı, bu seyahat ilaç gibi geldi bünyeme. Bir de mızıklanıp evde oturacaktım. İyi ki bu şehri gezmişim, havasını ciğerlerime çekmiş, suyundan içmiş, lezzetli yemeklerinden yemişim. Bu ilk ziyaretimdi ama kesinlikle son olmayacak.

Dünya'yı Gezen Türk